Karadeniz Ereğli’de sevilen Dr. Recep Erdoğan, duygu dolu anlatım yaptı.
Çocukluğunda ve Eğitiminde azmin zaferi niteliğinde bir hayat geçirdiğini belirten Erdoğan, yaşadıklarını şu şekilde anlattı;
“Erzurum, Şenkaya, Gezenek köyü ilkokuluna devam ederken, ilçeden köye, sağlık ocağından; doktor, ebe, hemşire; aşı, gebe takibi vs nedenler ile çalışmaya gelirlerdi. Köy halkı onlara ilgi ve sevgi gösterirdi. En fazla ilgi gösterenlerden birisi, köyün ileri gelenlerinden sayılan babam Nafiz Efendi olurdu. Onlar için sofralar düzenlenir, kebaplar yapılırdı. Onlara çok özenirdim. İlkokulda öğretmenler “büyüyünce ne olacaksın?” diye sorduklarında; “doktor” olacağım derdim.
Neyime güveniyorduysam? O yıllarda evi akşamları gaz lambası aydınlatırdı. Lambanın gazının olmadığı zamanlarda ocağın ateşi ortamı aydınlatırdı. Geceleri zaten çok oturulmaz erkenden yatılırdı. Toprak olan evin yüzünde; ocağın önünde, ocağın ışığından faydalanmak için, yüz üstü uzanır ders çalışırdım. Karnımdan soğuk almayım diye, abam Güneş hanım; sırtımdan bağcıklı bir minder oluşturmuştu. Onu bağlar yere uzanır ve ders çalışırdım. Ortaokul ve liseyi Şenkaya Lisesinde bitirdim. Derslerimizin çoğu boş geçerdi. Buna rağmen ben kazanamam demiyordum. Kazanırım diyordum. 12 Eylül 1980 darbesi olduğunda lise son sınıfta idim. Darbeden belki de en çok etkilenen okul olmuştuk. Okulda hiç öğretmen kalmamıştı. Okulun kapısına yarıyıl tatiline kadar kara, büyük bir kilit asılmıştı. Okul kapalı kalmıştı. Üniversite müracaat belgelerini almak üzere, kaymakamlık bir görevli atamıştı. Sadece bir gün gelip müracaat belgelerini almıştı. Bizim de ana diye hitap ettiğimiz, babamın anası, benimle birlikte 3 kardeşe bakıyordu, ilçede tutulan evde.
O yıllarda TRT 3 vardı, üniversite sınavlarına yönelik hazırlık kursları veriliyordu. Bizim kaldığımız evde, TV çok karlı gösteriyordu. Yazılar okunmuyordu. Ses kaydı yapabilen teyp’i çalıştırır, TV nin yanına koyar, ses alma butonuna basar, koşa koşa 50 metre uzakta bulunan TV’leri daha net gösteren halamın evine giderdim. İzler, notlar alırdım. Program bitince eve gelir, yazılanlar ile kayıt olanları karşılaştırır tekrar ederdim. Ders çalışırdım. Elektrikler kesilince, yakında bulunan hızar atölyesine giderdim. Elektrik kesilmezdi o atölyede, nedense. Metal planya üzerinde, çıplak cildim temas edip yapışmasın diye battaniyeyi kollarımın altına alıp, soğuk kış gününde nefesimin buharlaşmasını izleyerek ders çalışırdım.
Bostan tarlasında, elimde kürek tarlaya su koşarken, suyu her kestiğim yerde (Gavar derdik) küreği omuzuma dayar, elimde ders notları, güneşin altında, ayaküstü ders çalışırdım. Her defasında, ekin ziyan olmasın diye, ekine oturmazdım. Küreği bıraktım gittim üniversite sınavına girdim. İlk çift basamaklı sınav o yıl yapılmıştı. İlk sınavdan 130 almıştım. Baraj 105 idi. Barajı geçmiştim. 2. Sınava girdim çıktım. Kötü geçti. Ama dedim ki kendi kendime “ben bu sınavı kazanırım”. O sınavdan 389 fen puanı almıştım. Herhangi bir yükseköğretim programına yerleştirilememiştim. O yıl şans eseri Adana Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesine ön kayıt ile gitmiştim. Kayıt olmamın ayrı bir hikâyesi var. Bir yıl devam ettim. Tekrar sınava girdim. 523 fen puanı ile ilk %1 lik dilime girdim ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazandım.
6 yıl yurtta kaldım. Yurttan (Atatürk Öğrenci Sitesi) okula gitmek için 2.5 TL dolmuş paramın olmadığı zamanlar olurdu. Yürürdük, arkadaşlar ile birlikte. Fakülteyi 5.lik ile bitirdim.
Beni; hırkasının göğüsleri yırtık, kara lastiklerinin arkası yırtık, helvayı çok seviyorum diye bana Erzurum’un, Şenkaya’sının Gezenek köyünden helva yapıp İstanbul’a gönderen Güneş hanım ile; 8 köşe kasketi, ayağında mes lastikleri, pantolonunu çoraplarının içine koymuş Nafiz efendi doktor yaptı.
Tam sözüne uyuyor değil mi, yemediler, giymediler çocuklarını okuttular.
“TIP BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.”

